boş zaman tavsiyeleri

Boş Zaman Tavsiyeleri

Bir filmden ama daha çok o film üzerinden "formül filmler"in tehlikelerinden bahsetmek istiyorum. Malzememiz Jason Bourne.

Jason Bourne (2016)

Jason Bourne (2016)

Küçüklüğümden beri casus filmlerini, öykülerini çok seviyorum. Sıkı bir Bond takipçisi olmakla birlikte soğuk savaş ilhamlı ya da modernize edilmiş halleriyle ayırt etmeden neredeyse çıkan tüm ajan maceralarını izlemeye gayret ederim. Haliyle Bourne da "yenisi vizyona girse de gitsem" dediğim bir seri. Ancak 2016 yapımı Jason Bourne kanaatimce hem bu güzel serinin en zayıf halkası hem de daha derinde hepimizin dersler çıkarması gereken bir senaryo problemine işaret ediyor.

Casus filmleri ekseriyetle, doğaları gereği, formül filmlerdir. Belli kalıplar içinde belirli bir matematik gözetilerek arka arkaya dizilmiş, daha önce defalarca sınanmış ve seyirciyi yakaladığı kanıtlanmış bir teknikle anlatılırlar. Örneğin neredeyse tüm Bond filmleri görkemli bir kovalama/kaçış sekansıyla açılır. Sadece olaylar, sahneler değil karakterler de keskince belirlenir, arketipaldir, yabancıların değimiyle "trope"lar içerir. Kötü adam, kurtarılacak prenses, büyük tehlike, geçmişten gelen ve bugün sınanan travma, gizli örgütler, özel silahlar gibi onlarca tanıdık öğe yer alır bu filmlerde. Hatta rahmetlik Blake Snyder'in bu formülü gösteren beat sheetler'i vardır. Açılış sahnesi, hazırlık, katalizör, tartışma, kandırılma, kötüler yaklaşıyor gibi isimlerle küçük dönüm noktaları kati olarak belirlenmiştir. Yani diyeceğim o ki, her ne kadar ters köşeleriyle modern bir casus draması da olsa Bourne serisinin son filmi bir formül filmi diye kimse hayalkırıklığına uğradım dememeli.

Ancak...

Bu formüller ancak iyi buluşlar, güçlü çatışmalar, derin karakterler ve senaryo haricinde de yaratıcı yönetmenlikle vasatlıktan kurtulup keyifle izlenebilecek bir hal alırlar. Yani senarist ve yönetmen çok önemli hale gelir böyle büyük bütçeli aksiyon filmlerinde. İşte Jason Bourne'un, yani serinin son ürününün, birden fazla Oscar kazanmayı başarmış diğer filmlerin aksine başaramadığı da tam olarak bunlar.

Serinin önceki filmlerini Ludlum'ın kitabından muhteşem bir şekilde uyarlayan senarist Tony Gilroy bu kez kadroda yok. Yerine filmin ve serinin çoğunluğunun yönetmeni Paul Greengrass ve daha önce bir Bourne filminde çalışmış Christopher Rouse yazmışlar filmi. Pek olmamış. Olmama sebebinin de böyle bir markayı sürdürürken riskten tamamen kaçınmak olduğunu düşünüyorum.

Neredeyse tüm sekanslar önceden tahmin edilebilen sahnelerden, hatta ters köşesi bile basit ve seriyi devam ettirmek üzerine kurulu bir numaradan ibaret diyebilirim. Uzun kovalamaca sahnelerine, büyük patlamalara yaslanan, dünyada o sırada gerçekleşen tüm meseleleri (sokak gösterileri, siber güvenlik, kişisel verilerin gizliliği, Suriyeli mülteciler, CIA operasyonları ve elbette Bourne'un meseleleri) hiçbirini derinden ele almadan bir çuvala doldurarak hazırlanmış bir öykü. Genel olarak serinin en düşük IQ'lu filmi. Buna bir de Riz Ahmed'in yan karakterinin çok iş yapabilecekken derinleştirilmeden ortalığa salınması eklenince filmi Matt Damon'ın kusursuz performansı bile kurtaramamış. Kaldı ki beş filmdir geçmişini arayan Bourne'un ve bilhassa diğer karakterlerin çatışmaları, ihtiyaçları da güçlüce geçmiyor izleyene.

Ancak tüm problem senaryo formüllerinin katı ve ruhsuz bir şekilde uygulanmasından ibaret değil elbette. Benim de pek sevdiğim yönetmen Greengrass ne yazık ki senaryodaki savsaklamayı filmde de göstermiş diye düşünüyorum. Aksiyon filmlerinin alametifarikası olan ve filmin milyonlarca dolar harcadığı kovalamaca sahneleri gösterişli ama bayat. Özellikle filmin sonunda yüz yıl sürmüş gibi hissettiğim, saçmalıklarla dolu araba kovalamacası (ki filmin gişede en güvendiği öğedir bu) düğünde havaya saçılan dolar hissi verdi bana. İyi casus/macera filmlerini emsallerinden ayıranların biraz da yönetmen dokunuşları olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz böylece.

Evet araba kovalamacası, kaçış sekansları her halükarda klişedir ama bunları iyi sahne buluşlarıyla çeker, karakterin dokusuyla uygun tutarsanız unutulmaz oluyorlar. Bunca eleştirdiysem, iyisi nasıl onu da göstermeliyim değil mi? Bu yüzden filmin iki büyük aksiyon sekansına karşılık aşağıya iyi yönetmen işi örnekler bırakıyorum:

The Man From U.N.C.L.E. (Yönetmen: Guy Ritchie)

Spectre (Yönetmen: Sam Mendes)

Özetle, tür filmlerinden formüllerden korkmaya, her seferinde dünyayı yeniden keşfetmeye gerek olmasa da iyi buluşlar, iyi replikler, üç boyutlu karakterler ve yenilikçi yönetmenlikler olmadan sadece formüllerle çekilen her film vasat ve altında gezinmeye mahkumdur diyebilirim. Buna rağmen her Bourne sever gibi ben de bu filmi izlememezlik etmemeniz gerektiğini düşünüyorum. Yeniden görüşmek üzere!

Boş Zaman Tavsiyeleri

Merhaba,

Bir toz bulutunun içinden geçiyoruz, üzücü geceler yaşadık ama durmadan sosyal medya, haber bültenleri ve benzeri veri bombardımanının altında tükenmekten de kaçınmak gerek. İşte bu sebeple iki diziden bahsedeceğim bu sefer.

The Night Of

Sıradan hayatına renk katacağı ender gecelerden birinde, bir partiye gitme fırsatını yakalayan Paki kökenli Amerikalı öğrenci Naz, yolda karşılaştığı gizemli ve güzel genç kızın peşine takılır ve uyandığında kendini, yanında kanlar içinde yatan kızın cinayetinin en büyük şüphelisi olarak bulur. Tutuklandığında ise, hapishane kuşları için uygun fiyata hukuk hizmeti veren Jack Stone, durumun ciddiyetinden habersiz, Naz'ın avukatlığını üstlenir.

The Night Of (2016)

The Night Of (2016)

Konusunu kabaca özetlediğim The Night Of, HBO'nun yeni büyük dizisi. Başrolünde John Turturro'nun yer aldığı, True Crime furyasını tersinden ele alan bir antikahraman draması. Antikahraman dediğimizde akla gelen ilk ismi düşününce, The Night Of aslında televizyon izleyicileri için biraz da trajik şartlarda hazırlanmış diyebiliriz.

Dizinin başrol karakteri, hırpani avukat Jack Stone, aslen televizyonun altın çağını başlatan dizi The Sopranos'un yıldızı, yakın geçmişte hayatını kaybeden James Gandolfini tarafından canlandırılacaktı. Ancak oyuncunun ani ölümü sebebiyle rol John Turturro'ya gitmiş. Gandolfini ise halen dizinin yapımcılarınından biri olarak jenerikte anılmakta. Turturro harika iş çıkarıyor olsa da gönül Gandolfini'yi aramıyor değil.

Dizinin ortalamanın çok üzerinde olduğu aşikar ancak çok büyük bir iz bırakacağını zannetmiyorum. Hikayenin işlenişi, atmosfer ve bilhassa oyunculuklar harika ancak dizinin temposu oldukça düşük. Kaldı ki ilk bölüm, 2000'lerin ortalarındaki Türk dizileri kadar uzun. Kasvet, tedirginlik ve belirsizliğe hizmet etmesi için düşük tutulduğu belli olan tempo, hikayenin düğümleri açıldıkça yükselirse dizi kesinlikle hedefine ulaşacaktır diyebilirim. Bir de ayrıca tebrik ve teşekkür; dizinin başrol oyuncusunu ilk bölümün son perdesine kadar göstermemeyi göze alan senaryo ekibine, yapımcılara ve onsuz ne yapardık bilemediğimiz HBO'ya. Puanım sekiz.

 

Stranger Things

Orta Batı'da sıradan bir kasaba, küçük bir çocuğun kayboluşuyla karışır. Çocuğun annesi, ağabeyi, arkadaşları, kasabanın şerifi olayın peşine düşünce bu vakanın MKUltra deneylerine kadar uzanan doğaüstü sebepleri olduğu ortaya çıkar. Şimdi kayıp çocuğu kurtarmanın yolu hem bu dünyada durumu örtbas etmeye çalışan hükümet görevlileriyle hem de bilinmeyen bir dünyaya ait canavarla savaşmaktan geçmektedir. Bu savaşta kahramanlarımızın elindeki en önemli silah ise özel güçlere sahip bir denek olan küçük kız çocuğudur.

Stranger Things (2016)

Stranger Things (2016)

Stranger Things, Duffer kardeşlerin Netflix'e satmayı başardığı bir bilimkurgu/korku hikayesi. İki binli yılların gelişiyle neredeyse tek düzgün korku filmi izleyemediğimiz dünyada 80-90 döneminin atmosferini, Stephen King romanlarının ruhunu taşıyan ve dahası Netflix elinden çıkma bir işi objektif olarak değerlendirmem mümkün değil elbette. Ancak ne kadar kayırmaya çalışsam da Stranger Things harika başladığı ilk sezonunda senaryosunda yer yer tökezliyor, itiraf etmeliyim.

Öncelikle söylemek gerek, Stranger Things Winona Ryder için Beter Böcek 2 öncesi olabilecek en iyi proje ve belki de bu eski yıldızın kariyerine yeniden can verecek. Kaldı ki dizide Nancy Wheeler karakterini canlandıran Natalia Dyer hariç herkesin çok doğru bir cast eseri olduğunu ve bilhassa şerif rolünde David Harbour'un, 11 rolünde ise Millie Bobby Brown'un döktürdüğünü düşünüyorum. Dizi, müziklerinden, jeneriğine, fikrinden, izole kasabasının atmosferine kadar en sevdiğim korku türünü başarıyla kotarıyor. Tekinsiz hükümet araştırmaları, tedirgin edici bir banliyö hissi, gizemli geçitler, canavarlar ve nostalji...

Stranger Things özellikle ilk üç bölümü itibariyle çok iyi çekilmiş eski bir korku filmini, bir King uyarlamasını andırıyor. Ancak üç bölümden sonra hala çok iyi oynanmış, çok iyi çekilmiş karelerle dolu olsa da sahneler teklemeye başlıyor. Sırf akışa hizmet etsin diye bir anda bir yerde beliren karakterler, tehlike anlarında izlediğimiz vasat korku klişeleri, tekleyen yan hikayeler ve apar topar bağlanmaya çalışan açık uçlar diziyi muhteşem bir ilk sezondan alıkoymuş. İzlemeyenler için tadı kaçmasın diye yazmıyorum ama izleyenler hangi sahnelerden bahsettiğimi anlayacaklar. Açıkçası bu durumda kabahat senaristlerin gibi duruyor.

Onlar adına bir bahane sunmam gerekirse sürekli değişen yayın formatlarını işaret edebilirim. Winona etkisi ve yapım kalitesiyle ikinci sezon onayını alması muhtemel Stranger Things ilk sezonu sekiz bölümden oluşan bir dizi. Yani önce 13 sonra 10 bölüme düşmesine alıştığımız dizilerden bile farklı bir sezon yapısı var. Böylece senaristlerin hikayeyi anlatmaya alıştıklarından farklı bir süreye sıkıştırmaları, daha önce tecrübe etmedikleri bir durumla karşılaşıp tercihler yapmalarına sebep oluyor. Standartlarına sadakatiyle tanınan Hollywood'da internet çağının bu değişikliklerine alışmak senaristler için de zaman alacak belli ki.

Özetle, görselliği, atmosferi, hikayesi ve Dungeons&Dragons göndermeleri uğruna aksayan yanları görmezden gelinebilecek bir dizi Stranger Things. Puanım sekiz.

 

Yeniden görüşmek üzere!

 

Boş Zaman Tavsiyeleri

Şu sıra boş vakit bulmakta zorlansam da bayramda tatil yapacaklar, gölgede okuyacak kitap arayanlar için tavsiyelerim var.

Bir Filmin Serüveni 1-2 ve Amcam Hamlet

Bir Filmin Serüveni 1-2 ve Amcam Hamlet

İlk kitap, Amcam Hamlet. İldeniz Kurtulan ismini, ne yazık ki, çok başarılı bir çevirmen olarak değil Güneş K.'nın babası olarak duymuştum ilk kez. Sonra, yazarın bir anı-roman diye tanımladığı Amcam Hamlet'i duyup da biraz araştırınca Tagi Babazade karakterini çok merak ettiğimi hatırlıyorum. Niyeyse aklımdan çıkmış o dönem, almamışım kitabı. Kısa bir süre sonra teşkilatçılığı, casusluğu konu alan bir araştırma yapmam da gerekince Sovyet Devrimi ve yeşermek üzere olan Azerbaycan'ı kendi ecdadının başından geçenler üzerinden anlatan Amcam Hamlet'i hatırladım. Bu kez de aramama rağmen baskısını bulamamıştım ki sağ olsun sevdiğim, buldu aldı hediye etti. Okurken insanın içini acıtsa da çok ilginç karakterleriyle, bildiğimizi sandığımız ama hiç bilmediğimiz bir tarihi sırtına alarak yazılmış güzel bir roman Amcam Hamlet. Everest Yayınları'nın bastığı bu İldeniz Kurtulan eserini şiddetle tavsiye ederim.

İkinci kitap, iki ciltten oluşan bir derleme; Bir Filmin Serüveni. Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi'nin 2010 yılından beri gerçekleştirmiş olduğu sinema atölyelerinin deşifrelerinden oluşan bu çalışmada on üç başlık altında yirmi yedi sinemacı bildiklerini, gördüklerini paylaşmış. Bir filmin senaryo ile başlayan ve prodüksiyon sonrası ile biten tüm evreleri, konunun saygın figürleri tarafından anlatılmış. Çok teknik, çok kapsayıcı bir içerik beklemekten ziyade sektörün, sanat dalının içinden gelen gerçek sesleri duymaya da kıymet veriyorsanız oldukça güzel bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Feride Çiçekoğlu, Zeynep Özbatur, Tayfun Pirselimoğlu, rahmetlik Seyfi Teoman, Selen Uçer, Bennu Yıldırımlar, Derviş Zaim gibi birçok başarılı ismin yer aldığı bu çalışmayı özellikle sinema heveslileri yaz boyu elden bırakmadan okur diye düşünüyorum. Zeynep Ünal ve Koray Sağlam'ın yayına hazırladığı kitabın yayınevi ise İthaki.

Şimdilik bu kadar demeden önce herkese iyi tatiller diliyorum!